Ulusal Savaş Bizim Savaşımız mı?

Savaş ve çatışmaların farklı yoğunluklarda devam ettiği, sonuçlarını her an hissettiğimiz bir coğrafyada yaşıyoruz. Ancak İsrail’in, Hamas’ın 7 Ekim 2023’teki saldırılarının ardından başlattığı Gazze’ye yönelik soykırım operasyonları; Lübnan, İran ve Suriye’nin de dahil olduğu geniş bir bölgeyi etkileyen bir savaşa dönüşmüş durumda. Her gün yeni bir gelişmenin yaşandığı bu bölgede, olayların kontrolden çıkması ve topyekûn bir savaş olasılığı giderek yükseliyor.

Bölgedeki krizler, Ukrayna ve Rusya arasında süren savaş, Hint-Pasifik bölgesinde artan gerginlik gibi hegemonya mücadelelerinin yaşandığı diğer sahalarla birleşerek, küresel bir savaş dahil olmak üzere, tüm dünyayı etkileyecek farklı ihtimallere kapı aralıyor. Böylesi bir durum akıl dışı gözükse de, kapitalizmin yapısal krizinin iyiden iyiye derinleştiği, tarafların büyük çoğunluğunun birbiriyle ideolojik veya etik bağlara değil, duruma göre değişkenlik gösteren çıkarlara göre ilişki kurduğu koşullarda egemen sınıfların temsilcilerinin, insanlığı felakete sürükleme pahasına kararlar alması ihtimali göz ardı edilemez. Son bir yılda yaşananlar da, bölgesel ve küresel güçlerin giderek yıkıcı hale gelen bir çatışma döngüsüne kapıldığını, savaş sarmalının rasyonalitesini kaybederek kontrolden çıkma ihtimali olduğunu gösteriyor.

Türkiye Kapitalist Sınıfının Savaşı

Bu koşullarda, AKP-MHP iktidarının temsil ettiği Türkiye kapitalist sınıfının da bir hazırlık içinde olduğu anlaşılıyor. Dışişleri Bakanı’nın 3. Dünya Savaşı olasılığından bahsetmesi, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın İsrail’in Türkiye’ye saldırabileceği imasında bulunması, toplumun savaş olasılığına hazırlandığının işaretleri olarak görülebilir. Böylesi bir ortamda MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin Öcalan’ın tecridinin kaldırılması ve TBMM’de örgütün feshedildiğini açıklaması yönündeki konuşması gündeme oturdu. AKP Bahçeli’nin açıklamasını sahiplenirken, CHP ve DEM Parti de bir çözüm sürecini destekleyeceklerini açıkladılar.

Bu açıklamalar yeni bir çözüm süreci ihtimalini gündeme getirirken, Ankara’daki TUSAŞ saldırısının ardından Rojava’ya yönelik hava saldırılarının başlaması, AKP-MHP iktidarının strateji değiştiriyor olsa bile savaş politikasından kolay kolay vazgeçmeyeceğini ve barıştan ziyade daha sert bir savaşa hazırlık yapıyor olma ihtimaline işaret ediyor. Önceki deneyimler, AKP-MHP iktidarının bugüne kadar sürdürdüğü savaş politikaları, hala devam eden saldırgan dil, Kürt siyasetçilere yönelik operasyonların hız kesmeden devam ediyor olması ve son olarak Esenyurt Belediye Başkanı Ahmet Özer’in tutuklanması bu ihtimali güçlendiriyor. Enternasyonalist ve militan sınıf çizgisini savunan bir örgütlenme olarak, Kürt sorununda devletin savaşa dayalı politikalardan vazgeçmesi olasılığına karşı çıkmamız mümkün olmasa da, egemen güçlerin bölgesel veya küresel bir savaşa hazırlık yapıyor olma ihtimalini de göz ardı etmememiz gerektiğini biliyoruz.

 “Ulusal çıkar” bizim çıkarımız değil

Yıllardır AKP-MHP iktidarı tarafından sürdürülen ve CHP ile İYİP gibi sözde muhalefet partilerinin desteklediği savaş politikaları, kapitalist sınıf için yeni yatırım imkanları ve pazarlar anlamına gelirken, siyasetçilerin toplumu kontrol etmelerine ve koltuklarını sağlamlaştırmalarına yarıyor. Bu savaşların bahanesi olarak sundukları “ulusal çıkarlar” aslında sadece patronların ve iktidardaki temsilcilerinin çıkarlarından ibarettir. Ölen, öldüren, sakat kalan, yaşadığı yerleri terk etmek zorunda kalan biz işçilerin, egemenlerin savaşlarından hiçbir çıkarı olmamıştır. Savaş kararlarını alanlar ve bu politikalardan fayda sağlayanlar onlar olsa da, bedelini ödeyenler her zaman işçiler ve yoksul halklar olmuştur. Böylesi bir savaş aynı zamanda ekonominin bizim için daha da kötü hale gelmesi, zamlar ve ek vergilerle alım gücümüzün daha da azalması ve toplumsal bir tepkinin ortaya çıkmasını engellemek için daha fazla devlet baskısı anlamına gelecektir. Ve işçi sınıfının zararına olacak tüm bu politikalar “ulusal çıkarlar” diye pazarlanacaktır.

Milliyetçiliğin körüklenmesi rastlantı değil

Böylesi dönemlerde egemenlerin, özellikle işçi sınıfı içinde daha yoğun biçimde milliyetçilik propagandası yapması, çeşitli yalan ve provokasyonlarla milliyetçiliği kışkırtması şaşırtıcı değil. Böylece, savaşın yayılmasıyla birlikte farklı ülkelerde yaşayan, farklı uluslardan ve inançlardan insanlar arasında düşmanlığın giderek artması hedeflenmektedir. Egemenlerin, kitleleri hizada tutmak ve ihtiyaç duyduklarında savaşa göndermek için kullandıkları bir araç olan milliyetçiliğin bu düzenin sac ayaklarından olduğu gün gibi ortadadır. Gerçekte, biz işçilerin fark ettiğimizden çok daha fazla ortak noktamız vardır ve milliyetçilik tam da bu noktada yapay ayrımlar yaratarak ortak çıkarlarımızı görmemizi engeller. Bizlerin ölümüyle sonuçlanan politikaların sorumlusu olan egemen sınıfla değil, “düşman ulustan” başka bir işçiyle ortak yönümüz olduğu gerçeğini fark etmemiz onların elbette istemeyeceği bir şeydir. Bu nedenle bugünden, işyerlerimizden başlayarak, yaklaşan bölgesel savaşın bizim çıkarımıza olmadığını, böylesi bir savaşın tarafı olmamamız gerektiğini anlatmamız, kışkırtılan milliyetçiliğe karşı propagandayı sürdürmemiz ve sınıf dayanışmasını güçlendirmemiz gerekmektedir.

Açlığın dili, yoksulluğun vatanı yoktur

Her ne kadar kapitalist sınıfın resmi ideolojisi insanlığın uluslara bölündüğünü iddia etse de, bu ayrım yapaydır ve aslında insanlık sınıflara bölünmüştür. Millet kavramının birleştirici olduğu ve toplumun tüm üyelerinin “millet” çatısı altında ortak çıkarlara sahip olduğu yalanı, bugün örgütlenmemizin önündeki en büyük engellerden biri olarak karşımızda durmaktadır. Bunun yalan olduğunu anlamak için gündelik hayatın dürüst bir yorumu bile çok şey gösterir. Örneğin iş yerlerimizde patronlarla kurduğumuz ilişki bir çıkar ortaklığı değil, tam anlamıyla bir çatışmadır. Ve bu bizim bireysel olarak yaşadığımız bir mesele değildir, iki sınıf -kapitalist sınıf ve işçi sınıfı- arasındaki savaşın bir uzantısıdır. Biz ne kadar yüksek ücret alırsak emeğimizin meyvelerinden o kadar çok faydalanırız ve bu tüm hayatımızı belirler. Kapitalistler ise bizi mümkün olan en düşük ücretle çalıştırarak, en yüksek kârı elde etmeye çalışırlar ve toplumsal servet dengesiz bir şekilde onlarda birikirken biz her geçen gün yoksullaşırız. Bu yüzden bizler uluslar arasındaki savaşların değil, emek ve sermaye sınıfları arasındaki bu savaşın tarafıyız.

Ulusal savaşlar ise kapitalistler için yeni pazarlar ve olanaklar, bizim için ölüm demektir. Bu durum bir döngü halinde yüzyıllardır sürmektedir. Bölgedeki giderek genişleyen savaş ve çatışma girdabı ve katliamlar, ancak bölge ülkeleri başta olmak üzere tüm dünya işçilerinin kendi egemen sınıflarına karşı vereceği örgütlü ve militan mücadeleyle durdurulabilir. Bugün eksikliğini hissettiğimiz ve büyütmemiz gereken tam olarak budur.

Savaşa Karşı Sınıf Savaşı!

Uluslar Arasında Savaşa, Sınıflar Arasında Barışa Hayır!

İşçi Birlikleri

31.10.2024