Yasaklara Karşı Çözüm Fiili Grev ve Dayanışma

30 Temmuz sabahı Türk-İş, kamu işçileri için grev ilan etti. 700 bini aşkın işçiyi kapsayan toplu sözleşme görüşmeleri aylardır tıkanmıştı. Enflasyonun altında kalan zam tekliflerine karşı işçiler defalarca sokaklara çıktı; fabrikalarda, belediyelerde, madenlerde taleplerini dile getirdi.

Yedi ay boyunca yedi toplantı yapıldı. Hükümetin son teklifi, ilk altı ay için yüzde 24 zam; ardından gelen dilimlerde ise %11, %10, %6 oldu. TÜİK’in güvenilirliğini yitirdiği bir ortamda bu oranlar açıkça alay niteliğindeydi. Üstelik bu teklif, Çalışma Bakanı Vedat Işıkhan’ın 18 Temmuz’da komisyona ıslak imzayla sunduğu oranların da gerisindeydi. Kapalı kapılar ardında verilen sözler, kamuoyuna açıklanan oranlarla örtüşmedi. Ve yine işçiye “sabret” denildi. Ama sabır taştı. Türk-İş, ilk olarak 1 Ağustos’ta Eti Maden’de, ardından 2 Ağustos’ta Zonguldak’ta maden işçileriyle başlayacak ve en az kapsayacak şekilde toplu grev kararı aldı.

Elbette Türk-İş’in tarihini ve gerçek rolünü bilen herkes bu grevleri uygulamamak için her şeyi yapacağının farkında. Türk-İş Başkanı Ergün Atalay, grev kararını açıklarken “Devlet sözünden cayamaz” ifadesi de bunun işareti. Peki bu söz neden önemli? Çünkü geçmişte, aynı başkanın ağzından çıkan başka bir cümleyi unutmadık: 2019’daki toplu sözleşme görüşmelerinde, açık kalan bir mikrofondan şu sözler duyulmuştu: “Uzasa işi karıştıracağız, en azından kapattım böyle.” O gün verilen düşük zam oranlarını kabul etmiş, işçilerin öfkesine rağmen masadan kalkmamıştı. Bugün o masadan kalkmasının ardında ne olduğunu sorgulamamak saflık olur.

Bugün yine Türk-İş bürokratları, ancak şimdi, yedi ay oyalandıktan sonra işçilerin baskısıyla grev kartını açmak zorunda kaldılar. Grev kararına eşlik eden slogan “Şimşek elini cebimizden çek” ve Işıkhan’ın toplantıda imzaladığı kararı terk etmesine yönelik sözler yerli yerinde de olsa, “tek adam”a dokunmadan söylenmiş stratejik sözlerdir. Sendika grev çağrısı yaparken bile sistemdeki yerini koruma refleksini hala sürdürmektedir.

Buna karşılık 30 Temmuz gecesi yayımlanan Cumhurbaşkanlığı kararıyla, Türk-İş’e bağlı Maden-İş Sendikası’nın dört işletmede almış olduğu grev kararı “milli güvenliği bozucu nitelikte” olduğu gerekçesiyle Tayyip Erdoğan tarafından yasaklandı. Yedi ay boyunca süren görüşmelerin ardından, işçilerin baskısıyla alınan grev kararı bir gecede tek imzayla yok sayıldı. “Milli güvenlik” gerekçesi ise bir kez daha, emeğin değil patronların güvenliğini esas alan iktidarın gerçek yüzünü gösterdi.

Türk-İş gibi devletle ve patronların hizmetindeki sendika konfederasyonlarının görevi, işçilerin haklı öfkelerini yatıştırmak ve sözde tavizlerle patronlarla uzlaştırmaktır. Bugün grev kararını duyuran sendika yönetiminin, yasaklara rağmen greve sahip çıkmasını beklemek gerçekçi olmaz. İşçiler yine patron, devlet ve sendika işbirliğiyle sefalete mahkum edilmek istenmektedir. Tam da bu yüzden, hem devletin grev kırıcılığına hem de olası bir satışa karşı tek güvencemiz, işçilerin örgütlü mücadelesidir.

Sendika bürokratları “devlet sözünden cayamaz” diyorsa, biz de şunu hatırlatalım: İşçiler olarak karnımız devletin sözlerine tok. Kamu işçilerinin sefalet dayatmasına karşı taleplerini kabul ettirip ettiremeyeceği, hepimiz için belirleyici bir örnek olacaktır. Bu nedenle bu karar yalnızca kamu işçilerini değil, giderek yoksullaşan tüm emekçileri ilgilendiriyor. Bugün maden ocaklarında ve diğer kamu işletmelerinde verilen mücadele, tekstilden turizme, hizmetten metale tüm sektörlerde biriken ve patlamaya hazır öfkenin habercisidir. Bize düşen görev, bu öfkeyi işyeri işyeri örgütlemektir. Örgütlü mücadelemizin karşısında ne patronlar, ne devlet, ne de sendikalar durabilir.

Gücümüz birliğimizden gelir!

Otonom İşçi Birlikleri