Ekoloji Mücadelesi Bizim Mücadelemiz

Her geçen gün derinleşen ekolojik yıkım, yeryüzünü yalnızca insanlar için değil, tüm canlılar için yaşanmaz bir yer haline getiriyor. Ancak bütün canlı hayatın tehdit altında olması, sınıflar üstü bir sorunla karşı karşıya olduğumuz, işçilerle kapitalistlerin bu yıkımın sorumluluğunu paylaştıkları  anlamına gelmiyor. Zira, bu yıkımın asli sorumlusu, insan nüfusunun küçük bir kısmını oluşturan kapitalist sınıf ve yalnızca onların menfaatine olan kapitalist düzen. Yenilenebilir ve temiz enerji kaynakları temelinde işleyen yeşil bir kapitalizmin imkanlarına dair anlatılanlar ise bizi sorunun ardındaki esas sebepleri görmekten alıkoymak için yayılan ideolojik aldatmacalardan ibaret. Kapitalizm doğası gereği kâr maksimizasyonu ve sürekli büyüme güdüsüyle hareket eden, bunun bir sonucu olarak sürekli daha fazla tüketimi teşvik eden muazzam seviyede müsrif bir düzen. Bu gerçeğin, kapitalistlerin kötücül niyetleriyle bir alakası yok. Her bir kapitalist, piyasada tutunmaya devam edebilmek için sermayesini sürekli olarak büyütmek, insan ve doğayı durmadan ve artan biçimde sömürmek zorunda. Dolayısıyla, kapitalist düzenin ekosistemleri ve bütün olarak yeryüzünü yıkıma uğratmadan var olması mümkün değil. Ancak kapitalistlerin sınıfsal çıkarları gereği, ne pahasına olursa olsun bu düzenin devamını sağlamak için ellerinden geleni yapacaklarını da biliyoruz.

Dahası bu yıkım, zenginleri ve yoksulları, işçileri ve kapitalistleri aynı şekilde ve derecede etkilemiyor. Maruz kalınan zarar, gelirle ters orantılı biçimde artıyor. Havanın, suyun, toprağın zehirlenmesi sebebiyle en çok zarar gören ve sağlığını kaybedenler de artık iyiden iyiye bir sınıfsal ayrıcalık haline gelmiş olan sağlık hizmetlerine erişemedikleri için tedavi olamayanlar da işçiler ve diğer yoksul kesimler oluyor. Depremlerden, sellerden, yangınlardan en fazla zarar görenler de yine bizleriz. Kapitalizmin bütün ekolojik dengeyi bozduğu koşullarda “doğal afet” diye bir şeyden bahsetmek ise mümkün değil. Çünkü deprem gibi, insan faaliyetinden bağımsız bir takım olaylar ve süreçlerle alakalı olan afetlerin yol açtığı zararın büyüklüğü de yine şehirlerin toplumsal ve ekolojik faydaya göre değil sermayenin kârlılığına göre yapılaşması nedeniyle katbekat artıyor. Ekolojik yıkım sonucunda yoksulların yaşam alanları tehlikeli ve yaşanmaz bir hâle gelirken kapitalistler ise güvenli ve sağlıklı bir yaşam imkanı sunan bölgelerde ve evlerde barınma ayrıcalığına sahipler.

Kimyasal tarım ilaçlarının yoğun olarak kullanıldığı monokültür-entansif tarımla üretilen gıdalarla beslenmek zorunda olanlar da yine yoksullar. Zehirsiz, sağlıklı gıdaların satıldığı organik pazarlar ise yine bir sınıfsal ayrıcalık olarak zenginlerin hizmetinde. Kimyasal tarım ilaçlarından doğrudan ve en fazla etkilenenler ise elbette tarım işçileri. Bu durum, tarım sektörüne mahsus değil. Ekosistemlere ve halkın sağlığına zarar veren ekonomik faaliyetler, herkesten önce o sektörde çalışan işçilerin sağlığını ve bedenini tüketiyor. Madenlerde, taş ocaklarında, termik santrallerde, petrol kuyuları ve rafinerilerinde, inşaat ve gemi söküm gibi sektörlerde işçiler ağır solunum sistemi hastalıklarına ve kansere yakalanma riskiyle karşı karşıya. Plastik, kozmetik, boya, yapıştırıcı, ilaç, deterjan gibi metaların üretim süreçlerinde kullanılan kimyasal ve zehirli maddeler, ekosistemleri tahrip eder ve yeryüzünü zehirlerken, ciddi meslek hastalıkları ve iş cinayetlerine de neden oluyor. Bunlar ekolojik yıkım ile işçilerin sömürüsünün içiçeliğini gösteren sadece birkaç örnek.

Kırsal bölgelerde açılan, maden, taş ocağı, termik santral gibi işletmeler ise ekosistemlere ve halk sağlığına ciddi zararlar vermekle kalmıyor, aynı zamanda, bölgede yaşayan insanların proleterleşmesine yol açıyor. Bu işletmeler için köylülerin tarlalarına el konuyor, zeytinlikler ve meyve bahçeleri sökülüyor, su kaynakları yok ediliyor, toprak ve hava kirliliği sebebiyle tarım alanları verimsizleşiyor. Bu süreç, bağımsız üretici olarak hayatını sürdürmeye çalışan köylülerin, kendisini bu duruma düşüren sektörler ve kapitalistler için ücretli işçi olarak çalışmak zorunda kalmasıyla sonuçlanıyor. Hâl böyleyken, egemenler, yaşam alanları yağmalanan ve proleterleştirilen bu insanlara istihdam sağlanarak toplum için ne kadar hayırlı bir iş yapıldığından dem vuruyor. Bize yoksulluğun ortadan kalkmasının ve toplumun refaha kavuşmasının yolunun doğanın daha fazla talan edilmesinden, hiç durmadan daha fazla üretmekten geçtiği yalanını anlatıyorlar. Oysa, bolluk ve israf ile yapay bir yoksulluğun kural olarak bir arada bulunduğu kapitalist düzende daha fazla üretmek, bizler için daha fazla sömürülmek ve yoksullaşmak dışında hiçbir anlam ifade etmiyor. Düzenin araçları olan resmi sendikalar ise aynı hikayeyi tekrarlayarak işçilere, bizleri sömüren ve öldüren bu düzenin bizim yararımıza olduğu, bu düzene karşı verilen ekoloji mücadelesinin ise “işçinin işine ve aşına düşman” olduğu yalanını söylüyorlar.

Bu gerçeklik karşısında üzerimize düşen sorumluluk, ekoloji perspektifini işçiler arasında hâkim kılmaya çalıştığımız politikanın temel bir unsuru haline getirmek ve işçi sınıfı hareketi ile ekoloji hareketi arasında güçlü bir mücadele ortaklığını inşa etmek için çabalamaktır. İşçi sınıfı mücadelesi ve ekoloji mücadelesi birbirinden ayrılamaz ve ayrılmamalıdır. Bu, işçi sınıfı hareketinin ekoloji mücadelesini dışarıdan desteklemekle yetinmemesi, maden, inşaat, enerji, gemi söküm gibi ekolojik yıkımda ciddi etkileri olan sektörlerde çalışanlar başta olmak üzere, işçiler olarak bizlerin ekoloji mücadelesinin bizzat öznesi olmamız gerektiği anlamına gelmektedir. Bu ise, salt kısa vadeli ekonomik amaçlarla hareket etmeyen, ekonomik mücadele ile politik mücadeleyi bir bütün olarak ele alan bir anlayışla olanaklıdır. İşçilerin yalnızca yakın ve acil çıkarlarıyla ilgilenen ekonomist bir mücadele, bu çıkarları gerçekleştirmek adına düzenle uzlaşılması ve devrim amacıyla birlikte, bizler için yaşamsal öneme sahip olan ekoloji mücadelesinden de vazgeçilmesi anlamına gelmektedir.

Ekolojik yıkım sorununun köklü bir çözümü için kapitalizmin ortadan kaldırılması şarttır ancak yeterli değildir. Kapitalizm ortadan kaldırılırken ekolojik bir toplumun nasıl inşa edileceğine dair ufka sahip bir devrimci dönüşüm ve inşa anlayışı da oluşturmamız gerekir. Aynı zamanda, ekolojik yıkıma karşı bugünden mücadele vermek gerektiği açıktır. Ancak bu, kapitalizm sınırları içerisinde çözümler üretmeye yönelik değil, kısa vadede kapitalizmin talanını engelleyecek ve yavaşlatacak kazanımlar elde etme, uzun vadede ise kapitalizmi ortadan kaldırma amacı taşıyan bir mücadele olmalıdır. Böyle bir mücadele, ekolojik yıkımın ardındaki sebeplerin derinlikli bir tahliline ve kavrayışına dayanan, bugünün mücadelesinde izleyeceğimiz yol ve kullanacağımız araçları daha uzun erimli olan devrimci bir dönüşüm amacıyla uyumlu kılacak bir stratejiyle olanaklıdır.

Çok açık ki, bugün ekoloji mücadelesi biz işçiler açısından ölüm-kalım meselesidir ve işyerlerinde verdiğimiz mücadelenin ayrılmaz bir parçası olmalıdır. Öte yandan üretim sürecindeki konumumuz nedeniyle kapitalizmin çarklarını durdurabilecek, çarkların toplumun yararına ve dünyadaki canlı yaşamın devamını sağlayacak biçimde dönmesini sağlayabilecek olanlar da biz işçilerden başkası değildir. İşçi sınıfının gerçek anlamda kurtuluşu kapitalizmin ortadan kalkmasıyla mümkün olacaktır. Kapitalizm ortadan kalkmadığı sürece insanlık ve dünyadaki canlı yaşamı giderek büyüyen bir tehdit altında bulunacaktır. Dolayısıyla bugün işçi sınıfının kurtuluşu, dünya üzerindeki canlı yaşamın kurtuluşunun da önkoşuludur.